Sunday, August 24, 2014

Uzun Bir Aradan Sonra, Sezon başı.... 10 bilinmeyenli denklem: Ece...

Yazmayı çok seviyorum... Galiba konuşurken içim dışım bir.. Karşımdakinin tepkisine önem veriyorum ve onun tepkisine göre konuşmamı birkaç değişik versiyonda sürdürüyorum...Halbuki yazarken, tam anlatmak istediklerimi, içimden hissettiklerimi tasvir edebiliyorum... Kimse yok karşımda çünkü...
Ama bir kaptırıyoruz günlük işler, çabucak size ulaşabildiğimiz facebook ya da instagram yüklemeleri... Uzun yazılar yerine hemen tek bir resimle size ulaşmaya çalışmalar... Halbuki blog yazmak emek istiyor... Hele biraz da arayı uzatınca.... Offf zor geliyor tekrar başına oturmak...
Ben karar verdim ya yazmaya eskisi gibi... Şimdi bir adaptasyon sürem var... Biraz zaman alacak açılmam...Olsun siz sabırla beklersiniz biliyorum...

Konumuz ne olsun? 
Her sezon başı olduğu gibi, karşımda yine 10 bilinmeyenli bir denklem var sanki...Sezon başı...Dersler başlayacak, atölyede sıkı bir planlama, yenilik var... Mutlak ve mutlak kurumsallaşma var... İki yeni mağaza var bizle çalışmayı bekleyen... Onlara biran evvel cevap vermek lazım...Bodrum'daki otel bitmek üzere... Ya gerçekten dekorasyon için beni isterlerse??? Evde canım oğlum Can var... Bu sene üniversite sınavı onu bekler.... Avrupa Birliği başvurum var... Kabul olursa, herşey tümden değişecek....Bunlara göre bir A, B, C ve D planlarım var mı acaba? Herşey belirsiz, herkes benden bir cevap bekliyor...

Beni çok heyecanlandıran İzmir atölyemiz var denklemin en başında:))
İzmir atölyemiz açılacak pek yakında..
İzmir'in neredeyse en yoğun noterliğinde, yıllarca noter babası ile baş katip olarak çalışan Ayça, ani bir kararla, "ben artık hayalimi gerçekleştirmek istiyorum" diyor ve çok büyük bir cesaret örneği ile, hiç eline boya, fırça almamasına rağmen bana gelip hayallerini paylaşıyor ve "Ece hanım, bana sizin gibi olmak için herşeyi öğretir misiniz?" diyor...
Sırf bu sebeple, Ayça'nın müthiş bir insan olduğuna inanıyorum...Sırf onun hayallerini boşa çıkarmamak için de, O yeterli görene kadar, "artık gelmeyin Ece Abla" diyene kadar, Ayça ile İzmir'i birlikte götürmeye karar veriyorum.
İşte Ayça ve kız kardeşi Sezin'le tanıştıktan ve onların öyküsünü öğrendikten sonra şunları düşünüyorum günlerdir..

Hayatımızı yaşıyor muyuz gerçekten? Yoksa  sadece hayatta kalabilmek için mi mücadele ediyoruz? Seçtiğimiz hayat, yani kalan günlerimizi geçirmek istediğimiz ev, iş, aile, şehir, giysiler bunlar mı? Yani kısacası mutlu muyuz adımlarımızdan, her günümüzden?
Hep sıradışı olmayı düşledim ve istedim... Sıradışı oluyorum sanıyorum..Ama birden, ne kadar sıradan bir yaşamım olduğunu fark ediveriyorum... Çok hayal kurup gerçekleştirmeye çalışırken, ertelenmiş, hatta unutmaya yüz tutmuş hayallerimin yerini sıkı bir yaşam mücadelesinin aldığını  fark ediveriyorum... Önceliklerim değişiyor. Çocuğum için, annem için kısacası sadece sevdiklerim ya da sorumluluk duyduğum her canlı için yaşamaya başladığımı fark ediyorum...
İşte Ayça ve kız kardeşi Sezin gibi insanlar, aniden, adeta beni silkeliyor ve bana, benim de hala sıradışı hayallerim olduğunu hatırlatıveriyor ve onlar başarıyorsa ben de yaparım diye hevesle tekrar tekrar başlıyorum.
Başkalarının hayatını yaşamaktan, başkalarının arzularını yerine getirmeye çalışmaktan yorulduğunuzu hissettiğiniz anda, kendinizi kaybolmuş, çaresiz hissediyorsanız, ne olursunuz benim gibi yapın ve kendinizi dinleyin...
Kim olursak olalım, ne olursak olalım, hepimiz insanız ve insanca duygularımız hep aynı... Farklı olduğumuzu düşünsek de, başarı ya da başarısızlık, mutluluklar, üzüntüler...örneğin aşk.... Dünyanın öbür ucuna da kaçsanız aşkınız, nefretiniz ya da hayalleriniz hiç sizi bırakır mı?
Hayatta başarıyı istiyorsanız ama size kimsenin inanmadığını düşünüyorsanız, başarı için gerekli enerjiyi asla bulamayacaksınız demektir. Oysa hayatta başarılı olmanın ilk şartı, başarısız olmaya dayanacak kadar sağlam sinirlerinizin olmasıdır. İnandığınız şeyleri vazgeçmeden sonuna kadar savunmak ve yapmaktır, bunun sonucunda bazı insanların sizi sevmeyeceğini bilseniz bile... Başarı doğru olduğuna inandığınız şeyi yüksek sesle söyleyebilme hatta haykırabilme cesaretidir.
O yüzden "kelebeğini kovalamayan Ayça" yı çok ama çok takdir ediyorum.

Adam fısıldamış: "Mutsuzum..Tanrım konuş benimle." Bir kuş cıvıldamış yanındaki ağaçta. Adam duymamış..
Adam tekrar bağırmış: "Tanrım, mutsuzum, bana ses ver." Gökyüzünde bir şimşek çakmış. Adam aldırmamış şimşeğe.
Adam etrafına bakınmış üzgün: " Tanrım, ne olur benim de isteklerimi duy, seni görmeme izin ver." Bir yıldız parlamış gökyüzünde.Adam farkına bile varmamış.
Yüksek sesle haykırmış adam: "Tanrım, bir mucize gerekli bana."  Önündeki kurak toprakta açan muhteşem çiçeği görmemiş, ezmiş geçmiş.
"Dokun bana Tanrım, benimle olduğunu, yanımda olduğunu ne olur bir kere göster." 
Bir KELEBEK konmuş omuzuna... Ve adam hemen kovalayıvermiş narin, zarif kelebeği, elinin tersiyle...

Ayça ve Sezin sizi seviyorum... Gece gündüz çalışmaya devam...

Denklemlerin birinde daha...., yarın, görüşmek üzere...

Bu arada "Kelebek" mi demiştim?